Çin ile ticaret ve yatırım geleceğimizi şekillendirecek

Çin ile ticaret ve yatırım geleceğimizi şekillendirecek

23:46 12 July in ARTICLES, In Turkish, PUBLICATIONS


FullSizeRenderGümrük ve Ticaret Müfettişleri Derneği Dergisi
 | Sayı 2, Kasım/Aralık 2013

Mehmet Öğütçü 

Cuma günü öğleden sonra indik Pekin Havaalanı’na, kucağımda bir yaşını henüz doldurmuş oğlum Can ve o zaman eşim Seylan ile birlikte. Müthiş heyecanlıydım. Daha farkında değildim bu ülkenin sadece dünya sisteminde değil benim hayatımda da ne kadar önemli bir dönüm noktası olacağının.

Asya’nın en doğu ucundaki binlerce yıllık “Orta Kırallık” medeniyetine ilk defa ayak basıyordum. Hem de bu medeniyetin son temsilcisi Çin Halk Cumhuriyeti ile ilişkileri geliştirmekten sorumlu diplomatik ekibin en genç üyesi olarak.

Büyükelçiliğin şoförü İdris Bey karşıladı bizi. Valizlerimizi aldıktan sonra iki arabanın zor geçeceği etrafı çam ağaçlarıyla çevrili dar bir otoyolu katederek  Chaoyang İlçesi’ndeki Sanlitun Semtine vardık. Şimdiki gibi kentin yabancı konukları ve varlıklı yerlilerinin uğrak yeri olan bar ve kulüpler, dünyanın en büyük Adidas mağazası dahil alışveriş merkezleri yoktu o zaman.

Çin Halk Cumhuriyeti kurulduktan sonra hükümet, son yüzyıl boyunca Çinlilerin sürekli aşağılandığı Tiananmen Meydanı’nın hemen doğusunda yer alan 1861-1959 arası dönemde başkentteki diplomatik misyonların merkezi “Legation Quarter”ı kent dışına taşımaya karar vermiş. Büyükelçiliklerin 1950 sonunda itibaren taşındığı Sanlitun’un anlamı, Dongzhimen Kapısı’ndan uzaklığı ile alakalı. Çince de “san” üç, “lı” 0,5 km ve “tun” yer anlamına geliyor. Topluca çevrilirse (Dongzhimen Kapısı’ndan) “1,5 km uzaktaki yer” olarak anlaşılabilir.

Nereden nereye ?

Bizim vardığımız dönemde Türkiye-Çin ilişkileri ne düzey. Ne önem ne de içerik olarak bugünkü durum ile kıyas bile kabul etmezdi. 24 yıl zarfında ilişkiler gerçek anlamda çağ atladı. Bizim o zamanlar hararetle savunduğumuz “stratejik ortaklık” önerimize burun kıvıranlar şimdi bu ortaklığın tedricen gerçekleşme yoluna girdiğini görüyorlar.

1990’lı yılların başından itibaren ilişkilerin boyutu değişmeye başladı. Dışişleri’nin gönderdiğimiz önerileri, sadece ilgili dairesinin tozlu raflarında bıraktığını görünce o zamanlar TÜSİAD Genel Sekreteri olan Haluk Tukel’in önerisi üzerine deneyim ve düşüncelerimi bir strateji raporunda toplayıp bir başıma cılız kalan sesimi iş dünyasının o dönemdeki güçlü teşkilatı aracılığıyla daha üst tellerden duyurmaya karar vermiştim.

Çalışmam, 1994’te “Yeni Ekonomik Süpergüç Çin ve Türkiye: Somut Öneriler” başlığıyla yayımlandı, hükümete ve özel sektörün liderlerine sunuldu. Pekin Bakan, Sadi Gucum, Aldo Kasyowski, Bahadır Kaleağası, Haluk Tukel,  Ümit İzmen kuvvetle destek verdiler bu çalışmanın tamamlanıp, yayımlanmasına ve en geniş şekilde duyurulmasına.

Ardından da üç yıl sonra “Türkiye için Yeni Bir Ekonomik ve Ticari Diplomasi Stratejisine Doğru” raporumu yine aynı kanallardan hükümete, iş dünyasına sunduk. Milliyet Yayınları da 1998’de “Geleceğimiz Asyada mı? Kitabımı yayımlayarak ülkemizde Doğu Asya’ya mümkün olan erken aşamada yönelmenin önemini geniş kitlelere yayma hedefine katkı sağladı.

Ne yazık ki bizde bu konularda uyanış, bilinçlenme ve harekete geçme çok geç oluyor. Mutlaka Batı’da birilerinin de aynı önerileri dillendirmesi, harekete geçmesi gerekiyor ki biz de onları izleyelim. TÜSİAD’ın kendisi bile benimsediği önerilerden Pekin’de daimi bir mevcudiyet kurma bölümüne ancak 13 yıl sonra kulak verdi. Pekin Ofisi’ni, 26 Kasım 2007’de Raffles Beijing Oteli’nde düzenlenen resepsiyonla açtı. Onu TÜGİAD’ın 16 Nisan 2010’da açtığı Şanghay Daimi Temsilciliği izledi.

Zhongguo, Orta Kırallık, Hitay ya da bizim bildiğimiz adıyla Çin, dünya sahnesinde yaklaşık beş bin yıldır gösterimden inmeyen görkemli bir ülke. 1970’li yılların gözde kitaplarından “Çin Uyanırsa”yı ya da Edgar Show’un dünyaya kıta Çin”ini ilk defa takdim ettiği meşhur “Çin Üzerindeki Kızıl Yıldız”ını çoğumuz hatırlarız.

O zamandan beri hep sorulgelmiştir. “Acaba Çin ne zaman uyanacak?” Daha gerilere gidersek “Orada uyuyan bir dev var” diye başlıyordu Napolyon’un Çin’e ilişkin meşhur sözü ve arkasından uyarıyordu. “Bırakın uyusun; zira uyandığında bu dev dünyayı sarsacaktır.”

Çoktan uyandılar. Dünyada kendileri olmadan kurulmuş dengeleri, hesapları sorguluyorlar. Şimdilik ortalığa korku yaymadan yapıyorlar bunu. 2050’ye kadar “barış içinde yükselme” siyasetini uygulamayı tasarlıyorlar ama bu gidişle 5-10 yıla kalmak Çin ile baş etmenin, çalışmanın, iş yapmanın ne denli güçleşeceğinin ilk işaretlerini görüyoruz.

En son 74 santimlik dünyanın en kısa adamı He Pingping’i çıkartarak Guinness Rekorlar Kitabı’na girmişti Çin. Ama hem uygarlık tarihinde hem de günümüzdeki konumuna baktığımızda dünyanın en uzun. En büyük, en yüksek, en zengin, en süratli, birçok şeyine bu ülke sahip. Nüfus, kara ve demiryolları, sınır boyu, enerji, çimento, demir-çelik, maden, tahıl, su, karbondioksit, döviz rezervleri gibi aklınıza gelen hemen her alanda dünya rekorlarını elinde tutuyor.

Pekin’e vardığım yıl olan 1989’da, Türkiye-Çin ticareti sadece 145 milyon dolar düzeyinde idi. O zamanki Başbakan Özal bize “ticareti en az 500 milyon dolara çıkartın” talimatını vermişti. Şu anda 24 milyar dolar. Her ne kadar rakamlardaki artış göz kamaştırıcı gibi gözükse de Türkiye’nin bu ticaretteki payı 4 milyar civarında. Yaklaşık 20 milyar dolar fazla veriyor ticaret Çin  lehine. Bu gidişat, devam ederse Çin, Türkiye ve arasındaki ihracatı 2015’e kadar 50 milyar 2020 itibar ile de 100 milyar dolara çıkartmayı hedefliyor. Sadece Ağustos ayındaki 28.6 milyar dolarlık ticaret fazlasına daha fazla katkı sağlayacak.

Yeni nesil Çinlilerle çalışmak

 Geçmişten de güç alan bugünü Çin neslinin özgüveni de bu büyüklüklere sırtını dayadığından olacak, hızla artıyor. Eskinin mütevazi, alttan alan, güleryüzlü köylü sosyalistleri yerine süpergüç realitesinin farkında, pazularını şişirmekten hoşlanan, eskisi kadar sabırlı olmayan bu yeni nesle bırakıyor.

Davos’taki Dünya Ekonomik Forumu’nda çok ilginç sahneler yaşadık. Çin başbakan yardımcısı pek dikkat çekmeyen sıradan bir konuşma yapmıştı. Öyle gazetelere manşet olabilecek konuların dışında kalmayı tercih edip Çin’in istikrar ve teknolojik ilerlemesi mantrasını yineliyordu. Herkes sıkıcı bu konuşmaya dalmışken beraberindeki 75 kadar Çin heyet üyesi ortalığı birden canlandırdı. Toplantılar boyunca tartışmalara aktif şekilde katılmakla kalmadılar kendilerini dizginlemeden gevrek kahkahalar attılar. Yeri geldiğinde avuçları patlayıncaya kadar alkışladılar, özel çaba sarfetmeden en doğal şekilde vücut dillerini kullandılar. Muhataplarıyla koyu sohbete daldılar. Dikkatlerin merkezinde olmayı başardılar. Gösteriş olsun diye yapmıyorlardı tüm bunları. İçlerinden geldiği gibi davrandılar. Yeni nesil Çinlilerdi bunlar.

Bu sahne, tabii ki Deng Xiaping’in uluslararası ilişkilerde “ her zaman düşük profil göster, hiçbir zaman öncülük alma” deyişine pek uymuyordu. Başka yerlerde de benzeri davranışlar giderek artan ölçüde gözlemleniyor. Çinlilerin alttan alma, başkalarına fark ettirmeden saman altından su yürüt yaklaşımı sona eriyor gibi. Çin artık zamanının geldiğine inanıyor. En azından geçleri öyle düşünüyor.

Bu tesbiti Pekin’de Red Capital Club’ta yemek sırasında paylaştığım eski Dışişleri Bakan Yardımcısı dostum Hua Liming,. Yeni neslin sabırsızlığı, uzun vadeli hedeflerin tutturulmasını beklemek yerine süratle sonuç alma arzusu nedeniyle Pekin’in başının uluslararası sistemde belaya girebileceği kaygısını dile getirdi. Hatta Komünist Partisi eski kuşak yöneticileri daha mütevazi davranmaya teşvik için Hua ve şimdi emekli olmuş onun neslinin kaymak tabasını üniversitelere gençlerle sohbet için gönderiyor, televizyon programlarına çıkartıyormuş.

Dünya dengeleri yeniden oluşturulurken, önümüzdeki 20 yılda çok daha güçlü ve etkin hale geleceği anlaşılan bu dev ülkeye ilişkin bizim vizyonumuz ise süratle değişiyor, “ticari tehdit mi, fırsat mı” tartışmasının ötesine geçtiğimizi gösteren işaretler çoğalıyor. Pekin’den bakıldığında biz de son yıllara kadar Çinlilerin radarında öyle kayda değer bir ortak olarak gözükmüyorduk. Hatta ayrılıkçı Uygurlar ve ticaret uyuşmazlıkları nedeniyle aramızdaki mütevazi ilişkileri zehirleyen bazı pürüzler ön plandaydı hep. İkili ilişkiler nalıncı keseri gibi bugüne kadar genellikle Çin’in menfaatine çalışmış.

Tarihteki ilk komşumuz, ticari ortağımız

Türkler ile Çinliler arasındaki ilişkilerin tarihi Çin Han Hanedanlığı (M.Ö. 209- M.S. 220) ile ilk Türk Devletlerinden Hun İmparatorluğu dönemine kadar gidiyor. Çin tarihinin en parlak ve istikrarlı olduğu Tang Hanedanlığı döneminde de (618-907) kuzeyde hüküm sürmekte olan Göktürkler’le  yakın ilişkiler kurulmuş, tarihi “İpek Yolu” en canlı dönemini yaşamış.

Lakin 4 Ağustos 1971’de – Kissinger’in tarihi Çin ziyaretinden hemen sonra – Paris Büyükelciliğimiz Hasan Esat Işık ile Çin Halk Cumhuriyeti Paris Büyükelçisi  Huang-chen arasında imzalanan protokolle iki ülke arasında diplomatik, ilişki tesis edilene kadar ciddi bir gelişme olmamış ilişkilerde. Hiçbir zaman eksilmeyen Doğu Türkistan’a ilgimiz haricinde.

Üç aşağı beş yukarı Batı’nın içizgisini aynen izlemişiz sanraki Soğuk Savaş döneminde de. Bizim Pekin’e vardığımız tarihe kadar da Sivil Hava Ulaşım anlaşması, Ticaret Anlaşması, TRT ile işbirliği protokolü, Konsolosluk Sözleşmesi gibi mutad işler dışında pek bir hareketlenme olmamış ilişkilerde.

O zamanlar Çin&in dünya haritasındaki yerimiz Asya’nın en batı ucu olmaktan ileri gitmiyordu. Bizimle Çin Dışişleri’ndeki Batı Asya Dairesi ilgileniyordu. Türkiye deyince akla ilk gelen şey bu ülkenin yumuşak karnı olan Sincan-Uygur Özerk Yönetim Bölgei’deki Uygur ayrılıkçılara sessiz sedasız destek verdiğinden kuşku duyulan ülke idi. Bizim tarafta ise o zamanki Cumhurbaşkanı Kenan Evren’in literatürümüze kazandırdığı “Her Çinli’ye bir portakal satsak…” söylemi.

Anayasa Mahkemesi üyelerinden gazetecilere, Dostluk Dernekleri’ne, Çifte Vergilendirmeyi  Önleme Anlaşması müzakeresini yıllara yayan Maliye heyetlerine kadar Pekin’e gelen giden heyetlerin asıl hedefi ucuz ürünler karşısında kendini kaybedip alışveriş mağaza ve pazarlarına kendilerini atıp iki ülke arasındaki ticaret makasının biraz daha aleyhimize açılmasına katkı sağlamaktı. Çinli kadınların cazibesini duyup yolunu bu taraflara düşürenler de az değildi.

Arada askerler Norinco ile silah ticareti, füze fırlatılması dahil savunma işbirliği alanında neler yapılacağıana kafa yoruyor Çin Halk Kurtuluş Ordusu’ndaki muhatapları ile içeriği zengin görüşmelerie geliyorlardı. Askeri Ateşemiz Yarbay Adem Demir idi. Herhalde o dönemde atılan tohumlar sayesindedir ki bugün iki ülke arasındaki askeri ilişkiler Amerika Birleşik Devletleri’ni endişendirecek boyutlarda gelişiyor.

NATO üyesi Türkiye’nin 2010’da Çin Halk Kurtuluş Ordusu’nda görevli komandolar ile Isparta’daki Dağ ve Komando Okulu’nda ortak eğitim tatbikatı gerçekleştirmesi, Çin Hava Kuvvetleri’ne ait Rus yapımı Mig-29 ve Su-27 savaş jetleri ile Konya’da ortak eğitim yapması hayal bile edilemezdi.

Nitekim, ABD, savaş jetlerinin ortak eğitimine F-16’ların katılmasına izin vermemiş ve ikili eğitim programına ilişkin detaylı bilgi talep etmişti. En son 4 milyar dolarlık Uzun Menzilli Füze Savunma Sistemi ihalemizi de hem daha ehven fiyatla hem de teknoloji aktarımına izin verdiği için Halk Kurtuluş Ordusu’nun ilgili şirketi CPMIEC kazandı. Bu kararın, hem ABD hem de NATo ile ciddi sorunlar çıkartması beklenebilir.

Çin sermayesini davet

Küresel güç kayması sadece enerjide, teknolojide ve jeopolitikte yaşanmıyor. Sermaye de güneşin doğduğu bölgeye doğru kayıyor. Özellikle Çin’in elindeki döviz rezervleri 10 yıl önceki 600 milyar dolardan bugün 3.5 trilyon dolara ulaştı ve ABD Hazine Bonoları yerine bu paranın dünyanın dört bir tarafında elle tutulur varlık satın alımlarına akmakta olduğu biliniyor.

Türkiye’nin bu muazzam Çin sermayesini, Batı sermayesinin boşattığı alanlara çekmek için yeterli potansiyele sahip olduğu aşikar. Özellikle de dış ticaretin artan oranlarda aleyhimize geliştiği bir dönemde denge sağlamanın yegane yolu belki taze Çin sermayesi getirmek olabilir. Nitekim son yıllarda katlanarak artmaya başladı, Türkiye’ye giren Çin yatırımları.

Kafayı düşük maliyet avantajı nedeniyle Çin’den piyasaya akan ucuz ithal ürünlerine takmayalım fazla. Doğrudur, KOBİ’lerimiz bundan çok olumsuz etkileniyor. Bu olgunun, daha kaliteli ve rekabet gücü olan ürünlere yönelme konusunda firmalarımızı zorladığı da bir  gerçek.  Yoksul kitlelerin alım gücünü artırdığı da…

Çin’in yabancı yatırımcı olarak küresel ekonomide artan rolünü çok iyi anlamamız gerekiyor. Dünyanın en fazla yabancı sermaye çeken ülkelerinden birisi  olan Çin, aynı zamanda dışarıya en fazla sermaye ihraç eden ülkeler sıralamasında da ön sıralarda. Başta egemen, servet fonu China Investment Corporation (Londra’nın Heatrow Havalimanı’nın yüzde 10’unu geçenlerde 450 milyon paunda  satın aldı) olmak üzere yaklaşık 300 binin üzerinde Çinli firma (çoğu KİT) dış pazarlara her yıl resmi rakamlara göre 67 milyar doların üzerinde yatırım yapıyor. Resmi yollar dışında dışarıya yatırılan sermayenin çok fazla olduğuna inanılıyor.

At end of 2012, Chinese companies employed 1.49 million staff overseas, about half foreign citizens. The report added.

1995’te Fortune 500 Büyük Firma listesinde sadece üç Çinli firma var iken, bu sayı 1999’da 5’e, 2003’te ise 11’e yükseldi. Bu yılki listede 68 Çinli firma var. 132 firma ile hala birinci olan ABD’nin arkasından gelen ikinci ülke Çin. Birçok büyük Çin firması giderek çokuluslu şirket stratejilerini benimseme yolunu seçti ve hükümetin politikayı daha güçlü desteklemesini istiyorlar.

“Going Abroad” stratejisi ilk defa Çin hükümeti tarafından 1997-1998 Asya malı bunalımı sonrasında benimsendi. Çin İhracat İthalat Bankası ve China Development Bank, yurtdışındaki Çin şirketleri için, düşük faizli kredi ve garanti sağlayarak dışarı açılmanın zemin taşları ustaca döşenmiş.

Yurtdışındaki Çin yatırımlarının öyle uzun bir tarihi yok oldukça genç. Çin’in dışarıya sermaye akışı üzerine koyduğu kısıtlamalar kalktıkça ülkelerin yabancı varlıklarının artan bir bölümü döviz rezervleri tutmadan Çin firmalarının doğrudan yabancı yaptırımlarına doğru kayacak. 2015’e kadar, Çin Ticaret Bakanlığı rakamlarına göre, Çinli firmaların dış yatırımları her yıl yüzde 17 artarak 150 milyar dolara ulaşacak. Yurtdışındaki projelerin tutarı da 180 milyar doları bulacak. Gayri resmi rakamların çok daha yüksek olduğunu söylemeye gerek var mı?

Bugün hepimizin iyi bildiği uluslararası markalar yavaş yavaş Çinli firmaların eline geçiyor. Tekstilden otomobile, kimyadan kozmetik ürünlerine. Enerji ve doğal kaynak satın alımları da hızlandı. CNPC, CNOOC, Sinopec’in el atmadığı petrol ve doğalgaz yatağı kalmadı neredeyse. İran’dan  Sudan’a Venezüella’dan Angola’ya Rusya’dan Kazakistan’a ve Endonezya’ya kadar uzanan geniş coğrafyada.

Çin’deki makroekonomik politakadan sorumlu olanlar, ülke içindeki yüksek tasarruf oranları (ve düşük faizler), büyük ticaret fazlası ve muazzam doğrudan yabancı yatırım akışı nedeniyle ortaya çıkan aşırı likiditeyi eritmeye çalışıyorlar. Çinli firmalar uluslararası yatırıma teşvik ediliyor. Bugün 178 ülkede 13 binden fazla Çinli firmanın operasyonları var.  Çin sermayesinin aktığı ilk beş ülke biraz şaşırtıcı gelebilir; Hong Kong, Cayman Adaları, Virgin Adaları, ABD, Makao.

Yurtdışı Çin yatırımları aynı zamanda ihracat ve taahhüt işlerindeki patlamanın da itici gücü olarak görülüyor. Ayrıca, 150 milyar dolara yaklaşan yurtdışı mühendislik / taahhüt işleri sayesinde halen 2,5 milyon civarında Çinli işçi yurtdışında çalışabiliyor. Çinli firmalar, başlangıçta denizaşırı Çinlilerin yoğun olarak yaşadığı ve geniş Pazar imkanları sunan ABD, Kanada ve Avustralya ile ilgileniyorlardı. Çin’in yurtdışına yatırımla açılması, süratli büyümesinin gerektiği petrol alüminyum, demir cevheri, kereste, kauçuk gibi hammadde ve doğal kaynaklarına ulaşma hedefi ile de alakalı; bu amaçla, Avustralya, Brezilya, Sibirya, Papua Yeni  Gine, Sudan, Kazakistan gibi ülkelerde ortak yatırım ya da tamamen Çin mülkiyetinde şirketler kurmuşlar. Dış politika ve güvenlik mülahazalarının da yatırım kararlarını etkilemediği söylenemez. Özellikle ASEAN ve Orta Asya coğrafyasında. ASEAN ülkeleri Çin’deki süratli gelişmenin (ve de Çin’in Dünya Ticaret Örgütü’ne katılmasının) küresel yatırım akımlarını saptıracağından kaygı duyuyorlardı. Hatta kendi ülkelerindeki bazı çokuluslu firmaların Çin’e kaydına tanık oldular oysa aradan geçen birkaç yıl gösterdi ki Çin’deki canlanma ve büyüme bu ekonomilerde de olumlu yansıyor. ASEAN ülkeleri, Çin sermayesinden aslan payını alıyor.

Her geçen gün daha fazla Çin firmasının dışarıya yatırım yaptığı bir ortamda ne yazık ki ülkemizin yeterli bir pay aldığı söylenemez. Bunda geçmişte Çinli şirketlerin “uyanık” işadamlarımızın elinde yaşadıkları bazı olumsuz deneyimlerin etkisi olduğu bir gerçek.

Ancak Avrupa Birliği Ortadoğu, Balkanlar, Orta Asya, Rusya ve Hazar havzasına yönelik siyasi ekonomik ve enerji perspektiflerini Çin’in ister istemez Türkiye’ye farklı bir yaklaşım geliştirmeye zorluyor. Yeni bir atılımla hem ticaret hem finans, hem taahhüt hem de imalat sektörlerinde ekonomimize daha fazla taze Çin sermayesi çekmenin mümkün olduğunu düşünüyorum.

Çin geleceğimizde önemli bir aktör

Çin sadece bizim değil, hemen hemen dünyadaki her ülkenin bugününe ve geleceğine dokunuyor. 2023 için Türkiye ekonomisine biçilen büyüklük, 2 Trilyon dolarlık bir milli hasıla; 25 bin doların üstünde kişi başına gelir; yüzde 40’ın altında kamu borçluluk oranı; tek haneli enflasyon ve makul düzeyde cari açık. Milli gelirin önümüzdeki  10 yılda en azından üç katına çıkartılarak, dünyanın da 10 büyük ekonomisinden biri olması da hedefleniyor. Bu hedeflerin gerçekleşmesinde dünyanın yeni ekonomik süpergücü olma yolundaki Çin ile ilişkilerimiz önemli bir rol oynama potansiyeline sahip.

Biz yıllardır Çin’e çıkartma yapma arzumuzu dile getirirken bugün ülkemizde de oteller, uçaklar, restoranlar Çinliden geçilmiyor. Hidroelektrik santrallerinin türbinleri, 2023 demiryolları vizyonunun gerçekleşmesi, petrol ticareti, krom madenlerinin işlenmesi, uzay teknolojisinde ortak çalışmalar, askeri tatbikatlar, sayıları süratle artan Çinli turistler, hemen her kasabada karşımıza çıkan Çin restoranları, büyük projeler için aranan egemen Çin servet fonları, bölgesel ve uluslararası sorunlarda istişareler ilişkilerimizdeki göz kamaştırıcı patlamayı gösteriyor.

İtiraf etmeliyim ki, çoğunda nalıncı kesi gibi Çin menfaatleri bizimkilerden daha kıskançlıkla savunuluyor, öne çıkıyor. Bu gelişmeler karşısında ve Çin’in önümüzdeki on yıllarda bizim geleceğimizi belirlemede ne kadar kritik bir konuma yükseleceğini hesaba katarsak, 21’inci yüzyılın yeni süper gücünü her vechesiyle daha yakından tanımak bizim açımızdan artık akademik ve şahsi merak konusu olmaktan çıkıyor. Çin ile başladığımız, sürat şeridinde gitmekte olan ilişkilerimize Türk damgasını daha belirgin şekilde vurma çabalarına katkı sağlamaya devam etmeliyiz.